Sayfalar

10 Eylül 2022 Cumartesi

Adım

Yapış yapış bir hava.

Hani yüzünün devamlı nemden parladığı cinsten. Bir noktadan sonra herkesin bu sıcağa kendini teslim ettiği gibi. Perdeler yarı açık. Bitkilerin bile her gün su vermene rağmen solmaya yüz tutmuş. Eskilerden kalma bir pervaneden medet umuyorsun serinlemek için. Yeni bir favorin var:buz yemek. Çöp kokusu olmasa kısmen daha kolay kabul edebileceksin bu havayı.

Denize gitmek için hazırlanıyorsun. Kumların sıcağı hepsinden daha fena. Bunu bile bile ve ağzında buzu çevire çevire yürüyorsun. Bir dükkanın camından yansımanı görüyorsun. Duruyorsun. Arkandaki ağaçlar bir ormanı andırır gibi. Mış gibi.

Aslında zaten biliyorsun koca bir ormanın içinde olduğunu. Bu ormandaki yerinin ya da amacının tam olarak ne olduğunu senin mi belirlemen lazım yoksa belirlenmiş şekilde mi gözlerini açıyorsun bu dünyaya;onu inan bilmiyorum. Hangi canlının insan suretisin onu da bilmiyorum. Ki zaten herkes kendinin ne olduğunu bilebilir mi? Ben kendimi bilirim, cümlesini kurabilenler gerçekten haklı olabilir mi;yoksa onlar ukalalar derneğinin ayak sesleri midir?

Kendini tanımak;hangi yemeği,hangi mevsimi,hangi işi ya da günün hangi kısmından hoşlanıp hoşlanmadığını bilmekle mi sınırlıdır ve hatta yeterli midir?

Davranışlarını ve hislerini önceden kestirebiliyorsan ve sonrasında bunları birilerine açıklayabiliyorsan tanıma fiili kendini gerçekleştirmiş sayılabilir mi? Sonuçta kalabalıklara karışma arzun varsa birilerine bir şeyler açıklayabilmek önemli olabilir. Veyahut olmayan şeyleri ya da var olduğunu kabullendiklerinden bahsedebilmek de önemli. Ormanda sen istesen de istemesen de komşuların var çünkü.

Onlara bazen bazı kısımlarını kırpmak zorunda kalabilirsin. Yıllar önce neden o sırada orada oturduğumdan pek de emin olmadığım saatlerde Jung’ın Gölgeler çalışmasını dinlediğimi hatırlıyorum. Sonra bunu birçok yere yazdım de unutmamak için;çünkü çok doğruydu. Bazen kendine bile itiraf etmediğin ya da edemediğin;karanlıklarında ve çok içeride duran hislerin olduğu bir gerçek. Bazıları fazlaca etik dışı. Bazıları seni rahatsız edebilir. Asıl konu da bu.

Tüm bunların bilincinde olduğun zaman da aralarından bazılarını kendine yakıştırdığın,bazılarından ise korkunç boyutta utandığın duygularından emin olduğunda kimlik olgun gelişmeye başlayabilir. Ya da bu etik dışı şeyleri diğerlerine zarar vermemesi koşuluyla kabullendiğinde bir parça daha özgürlük hissedebilirsin.

Tüm bu sorulardan ve yine her zamanki gibi bir yanıt bulma çabasından sonra gelen iç sıkıntısı şu yola da sokabilir: mutlak suretle biri olmak zaruri bir şey midir?

Biri olmak,ne olmak,insan olmak….Yıllar boyunca hamuruna ne katıldığını bilmek ve mayanın kime göre/neye göre tutup tutmadığını bilmek… Tüm bunlar ciddi bir kaosa da sevk edebilir sonuçta.

Bu karmaşık ve yorucu ağır konuları bir akşam aynanın karşısında uzun uzadıya dişlerini fırçalarken düşündüğünü fark edebilirsin.

O kadar uzun süredir fırçalamışsındır ki artık dudakların uyuşmuştur. Bu seansın bir rutinden de öte kendinle başbaşa kalabildiğin nadir anlardan biri olduğunu anlarsın.

Neden son zamanlarda farklı kişilerle yaptığın konuşmalarda yalnızca kendilerinden bahsettiklerini düşünürsün. Neden kendilerinden başka kimsenin düşüncelerini gerçekten önemsemediklerini ,onlara söz hakkı vermeksizin büyük bir hevesle kendi hayatlarını anlattıklarını düşünürsün. Kimsenin kimseyi umursamadığı,kendilerinden başka insanların düşünce ve duyguları,yaşamlarında nelerle meşgul olduklarının hiç ama hiç önemli olmadığını açıkça göstermekten çekinmediklerini görmek biraz üzebilir seni. Ben ile başlayan cümleler ve en son olarak da bence ile biten şeyler aklında kalır. O görüşmenin pek de bir sencesi yoktur.

Oysa karşındakine soru sormak kıymetli değil miydi? Konuşmak kadar konuşturabilmek de yukarıda bahsettiğim kalabalıklarda var olabilme ile ilgili değil miydi? Kimsenin gölgesini bilmek;kendi gölgenden de bahsetmek istemeyebilirsin. Ama zaten olduğu gibi parıldayan benliğinin bir kısmını paylaşmak önemli olabilirdi.

Hayır. Tüm bu davranışlar onların kendini korumak için tuttukları bir kalkan değildir. Bunun adı koruma içgüdüsü ise hiç değildir.

Yaşamlarımız artık neredeyse bir aslan ve onun avı olan ceylan belgeseli kıvamında olsa da hayatta kalma savaşımızı bu şekilde vermemeliyiz. Benim bunun aksine olan umudum bazen şaşırsam da epey yüksek.

Sonuçta bu orman yaşamında bir bütüne dahilsindir. Ve sen bu habitatta ve kalabalıklarda zaten birisindir. Dış görünüşüne ek olarak büyüdüğün evde, pardon bu ormanda ve bu sürüde, edindiklerin ile bir karaktersindir. Biri olman için yanındakilerin belirli parçalardan oluşturduğu kombinasyonlara muhtaç değilsindir.

Aslan,ceylan,sırtlan,leş yiyen veya bir yırtıcı kuş.

Savaşmak ve yarışmak zorundaymışız gibi hissetmek; ormandaki bu canlıların simgeledikleriyle özdeşleşmek zorunda değiliz.

Kimine göre aslan olmak yüceyken;kimine göre gölgeleriyle beraber bir sırtlanmış gibi davranmak haz verebilir. Kimliklerimizde yazanlar bunlar değildir. Kimliklerimizde aslında bir şey yazmak da zorunda değildir.

Kimlik,yanındakilerinin senin için zihinlerinde belirlediği formlarda karar kıldıkları şeyler değildir.

Kimlik,onların seni zorladıkları için dönüşmeye çalıştığın şey değildir.

Kimlik,yalnızca cüzdanında taşıdığın ve kaybolduğunda birilerinin seni kolayca bulabilmesine yarayan bir kart olabilir.

Kimlik ancak senin ışıldadıklarınla ve elbette bazen kendinin bile nerede olduğunu kestiremediğin yerlerde sakladığın karanlıklar bütünü olabilir.

**

Mevsimler değişir. Çöp kokusuyla karışık nemli hava yerini yağmurlara teslim edebilir.

Sen karanlıktayken ağaçların arasından yüzüne doğru vuran ay ışığını,o ağaçların üzerinde düşkün olduğun kuşların simgelediklerini ve gün doğumunda seni ısıtan güneşi de topladığında tümüyle dengede hissettiğin ormanın içinde var olabilirsin. Bu hisleri bedenine siyah mürekkeple işlediğin bir gün olacaktır. O gün yaşanırken tüm bunları sen ömrünce unutma diye yanında olan sırtlanların,aslanların ve kuşların da bu ormanda zaten hep yeri olacağını fark etmişsindir.

Sen de bu sırada kendi ormanındayken tüm gölgelerini anlayabilecek kadar büyümüşsündür. Onların da kendi parçaların olduğunu kabullenmiş olma ihtimalin yüksektir. Bu kez mış gibi gelen ormanındaki yuvandan dışarı adım attığındaki senin eski sen olmadığının da ayırdına varabileceksindir. Bu farkındalık aslında kocaman bir özgürlüktür. Kolayca vazgeçemediğin,uğruna çok şeyi feda ettiğin ve bir an bile pişmanlık duymadığın şeylerdir.

 


16 Şubat 2022 Çarşamba

Oda

 

‘’Bir kimsenin veya ailenin içinde yaşadığı yer, konut, hane.’’

Az önce baktım. Evin tanımı.

Bu kadar mı?

Betondan oluşan herhangi bir yapıyı ne zaman ev olarak benimseriz? Son derece özetle,nefes alma ve zaruri ihtiyaçların karşılanmasından ibaret olan yaşama işini kapalı bir yerde sürdürünce mi oluyordu ev? Ya da içinde eşyaları olması,akşamları aydınlatılabilmesi ve çeşmelerinden su akması yeterli miydi ev diyebilmemiz için?

Şimdi canlandır aklında.

Bir sokağa giriyorsun. Balkonda daha öncesinde pek de sık rastlamadığın insanlar sana bakıyor. Her şey çok acele. Bir dakika 60 saniyeden daha az.  Acele düşünmen ve hemen karar vermen lazım. Hızlıca merdivenleri çıkıyorsun,kapıda bir başkasından kalma paspas. Pencereler kapalı ve içerisi havasız. Güneşin rengini bozduğu dolaplar...Hava sıcak ve bir koşuşturma. Tek sahip olduğun şeyler olarak fark ettiğin kitaplar.Hepsi birbirine bağlı. Özenle taşıyorsun. Yalnızsın. Tanımadığın bu beton yığınında dolaşıyorsun. Akşam oluyor. Perde yok. Kolilerle dolu bir odada tek başına bir koltukta oturmuş açık olan televizyonun ışığında etrafa bakıyorsun. Günler geçiyor,güneş doğuyor ve batıyor. Zeus ve Demeter’in kızı Persephone bir yukarı çıkıyor bir aşağı iniyor. Ve mevsimler değişmeye başlıyor. Aylar geçtikçe ve evde hareket oldukça sen, yine o koltukta tek başına buluyorsun kendini. Oysa musluklardan sular akıyordu.Özenle takılan avizeler de ışıldıyordu. Ama burası sahiden senin evin miydi? Öyle hissediyor muydun?

Yeterli değildi.

Hangi kapının kapanırken daha çok ses çıkardığını bilsen de yetmiyordu. İçinde kaç kişinin yaşadığı da önemli değildi. Betonun gerçekten ev olabilmesi için sana ne hissettirdiği önemliydi. Dışarıdayken ona koşman önemliydi. Ya da karanlık çöktüğünde ona doğru yürürken kendini güvende hissetmen önemliydi. Sokaklarını tanıman,bilmen,sahiplenmen önemliydi.

Bir yere ait hissetmen lazımdı. Kim olduğunu hatırlaman,neye ait olabileceğin ya da nelerin sana ait olabileceğini netleştirmen gerekirdi.

Yağmur çok yağdığı zaman tüm hayvanların kaçtığını ve bir yerlere saklandığını görürdün. Senin saklandığın yer de gerçekten evin miydi? 10 metre öteden bırakılan koca bir top göğsünü delik deşik etmişken kendini orada tam olarak tanımlayabilmen gerçek miydi? Orada sessizlikte durabilir miydin?

Evde hiç ses yokken gözlerini kapatabilir miydin?

Ev böyle bir şey değildi. Peki yuva? Hiç değil.

Bazı zamanlarda sol elin saçına gidiyordu. Dolamaya başlıyordun hızlıca parmağına. Sanki yarınlar hep Pazartesi de Pazar akşamının iç bayıcı kokusu var sürekli. Durduğun yerde duramamak,nefes alıp vermek;ama hızlıca. Nabzın bence hep doksandı. Dolanıyordun ve saçlarınla da dolanıyordun.

Voltalar atılıyor. Halı desenleri inceleniyor. Ben düşünüyorum;hangi motifti o eli belinde?

Her neyse.

İki büyük kutuyu getirip koyuyorum önüne. Biri metal biri ahşap.

Onlar asla alelade bir kutu değil. Dev boyutta bir kaosa dönüşmüş gibi dursa da aslında çözüldüğünü artık hepimizin bildiği düğümler... Gerginliğimi bazen belli ediyorum biliyorum.  

Düğümün düğümlükten çıktığını,iplerin açıldığını itiraf etmemiz lazımdı. Salonun ortasındaki bu kaos benzeri şeyleri kendi içimizde de nihayete erdirmek lazımdı.

Sonuçta her şey ruhumuza işliyordu değil mi? Hiçbir şey aslında gitmiyordu bizden. Bundan 20 sene öncesi de ruhumuzda dolanıyordu. Damarda akan kan gibi ılık ılık ilerliyordu ve devinimini tamamlıyordu her gün. Dokunursan hissedersin. Ama dokunmamak da sonuçta tercihimizdi.

Yıllar önce daha ev gibi gelen başka bir kapalı kutunun içinde ben de oturmuştum. Çok eskidendi ve masanın rengi de kahverengi idi.  8 sandalyeli. Genelde vitrine bakan kısma otururdum. Masanın üzerinde taşlı büyük bir avize. Ilımaya yüz tutan çorbalar,karmaşa,kaos. Ev olabilmesi için her şey tastamamdı. Vitrinlerin içinde resimler bile vardı. Bardakların içinde de toz.

Şimdi anlıyorum ve anladıkça da aslında seninle beraber nabzım düşüyor. Ev olabilmesi için ayrıca farklı olan her yerine ruhlarını işlemem lazımdı. Anı biriktirmemiz,çatlak boyalı duvarları kabullenmemiz…Tek başınayken bile aslında her odada olmak lazımdı.

Kendi evlerimizin balkonlarına gönül rahatlığıyla çıkabiliriz artık. Balkonların tavanı aksa da demirlerini boyamak için fırça almayı akıl edebilmiştik.

Artık hangi beton yığınının nasıl şekilde bir ev olabileceğini öğrenmiştik.

Hangi anahtarları taşıyacağımızı öğrenmiştik.

***

‘’Dolandım dolaştım boşandı yağmur
Saçım ıslak kunduram çamur
Eve döndüm yağmur getirdim
Ev yeşerdi ben yeşerdim.’’

13 Haziran 2021 Pazar

Yüzmek


Sadece durmak istiyorum.

Gözlerimin bir boşluğa dalmasını ve orada delikler açmasını istiyorum.

Deliklerden ayrı ayrı havuzlara dalmayı istiyorum.

Her havuzda farklı bir şeyle karşılaşmak istiyorum.

İstisnasız her havuzda boğuluyorum.

Boyumun yetmediğini ve ayaklarımın değmediğini anlıyorum.  Sular beni aşmıştı. Ne zamandan beri boğuluyordum? Suların boyu hep mi benim boyumdan fazlaydı ya da ben yüzmeyi mi unutmuştum?

Nefesimi ne kadar tutabilmiştim?

Hem bu havuzların suları neden sıcak ve tuzluydu?

Ayrıca bu sular nereden geliyor? Genelde de nereye gidiyor?

Tonlarca sorum ve çok azına verebilecek cevaplarım var.

Tümdengelip tümevarıyorum. Genelgeçerleri savuşturuyorum. Öfkeme yenik düşmemek için derin derin nefes alıyorum. Yürüyorum.

Caddelerde sağlı sollu kollarımı çekiştiriyorlar.  Bölünmemek ve parçalanmamak için öne ve arkaya kaçışlar arıyorum.

Duruyorum ve gürültü istemiyorum.

Başta da söyledim;durmak istiyorum.

Düz ve ters V şeklindeki parkeleri inceliyorum. Bazılarının boyası çıkmış ve bazılarının da arası ayrılmış. Başka delikler buluyorum. Çivileme atlıyorum.

Hepsinde ayrı ayrı kayboluyorum. Parkede,duvarda,balkon giderinde,masanın altında,koltuğun köşesinde…Ayrı ayrı havuzlar açıyorum ve boğuluyorum.

Aslında boğuldukça çoğalıyorum. Bir gün havuzlardan denizlere ulaşabildiğimi hayal ediyorum.

Sarı ışıklı odalarda ayrılıyorum anlardan.

Bazen yoruluyorum,bazen kızıyorum,bazen nefessizliğe teslim oluyorum. Nedenler ve sonuçlar arasında savruluyorum.

Attığım her kulaç beni yüzeye çıkarmıyor;çokça aşağı itiyor. Ama biliyorum geride benden başka kimse kalmadı. O yüzden bacaklarımı yine de hem hızlı hem sakin çırpmam gerektiğini biliyorum.  

Aklımdan 1 saniyede 100 düşünce geçiyor.

Duvardaki saat ters akmaya başlıyor ve girdiğim havuzlardan geriye doğru kupkuru çıkıyorum. İçim de dışım da kupkuru. Gidip dolabı açıyorum;tek bir örnek kalan bardaklardan birine su dolduruyorum. Kana kana su içiyorum.

Tüm bardakları atıp yerine yenilerini alıyorum.

Hatırlıyorum.

O sakin ve yeşil günde parkta oturan iki kadının konuşmasını hatırlıyorum.

Onlara göre her şey kırk gündü. Yeni doğan bir bebeğin de sancıları 40 gün sonra sona erecek ve henüz toprağa gömülen birinin de geride kalanlarının acısı 40 gün sonra hafifleyecek. Saymaya başlamıştım.

Ben de 40 gün dolunca kusabilecek miydim?

***

Her gün belirli saatlerde binlerce kelimeyi yan yana getiriyor;sonra bunları hem yazıyor hem konuşuyordum. Korktuğum oluyordu;geriye kalan yine tek ben,yeniden sıkı sıkı yazıyordu.

Yıllar önce o 20 metrekare odada bıraktığımı sandığım ben,geri geliyordu. Bu döngünün artık bir gereklilik olduğunu düşünüyordum. Onu ancak bu kadar yalnız bırakabilmiştim. Geriye kalan benliğin yolu buydu. O,tüm bu hisleri ve tüm bu boğulmaları unutmadan hep yaşamalıydı. O,nefessiz kalmalıydı. O,ancak böyle var olabilirdi. Sadece belli zamanlarda halının altında tutulabilirdi. Tam ve derin nefeslerin geçici olduğunu her daim hatırlatmalıydı.

Şimdi kokusu kendine özgü odada bıraktıklarım benimle dalga geçiyor mudur?

Ne kadar uzaklaşabildin ki diye içten içe alay mı ediyordur;yoksa artık o da büyümüş ve halden anlar bir hale gelmiş midir?

Eskiden istediklerini yeniden ister mi? Hala aç ve susuz mu?

Onunla ilgili de tonlarca soru vardı;ama bunların hiçbirine cevap yoktu. Bu iki arkadaş tanışıklığını unutmuştu. 

Her neyse ne idi artık;o gelmişti.

Benimle beraber deliklerden atlamak için gelmişti.

 

13 Haziran 2018 Çarşamba

Af


Sıcak asfalt yol. Yol ve ben. Ben ve çıplak ayaklarım.

Köprüden önceki son çıkışa yaklaşmamak adına dolanıp duruyorum kendi eksenimde. Biraz sağa biraz sola. Biraz beklemece. Bir bahane varsa da o da adı yorgunluktu. Böylece zaman kazanabiliyordum. 

Durup önüme baktığımda –ki bu hangi yüzümle baktığıma bağlı- korkuyorum.

168 saatte yaklaşık 60 saat boyunca tanıyamadığım ve içimden nasıl birini çıkardığıma şaştığım kişiliğimle bakarsam bu bir faciaydı ve evet korkmakta haklıydım. 


Uyandım. 

04.07

Uyanmaya mecburdum.

Gözlerimi açtığımda kendimi misafiri olduğum evde erken uyanmış gibi hissediyordum. Dün silmeye üşendiğim göz makyajım yastığıma bulaşmış,dudağım kurumuş ve çatlamış. Ağzımdaki kan tadı demir para tadı gibi. Ben musluğu en sola çevirip suyu en soğuğa getirir ve devam edebilirim rutinime.

Ama bak seninle konuşmanın zamanı geldi de geçiyor bile.

Alka seltzer’i yok hayatın. 

Suya atıp bir tableti,baloncukların yukarı çıkışını izlerken her şeye yeniden başlama düşüncesi  hala bir lüks mü ? 

Kaybedilenleri yerine koymayı ya da kazandıkları bir üst seviyeye taşımayı lüks kelimesinin tanımına alabiliyor muyuz;çünkü en son bıraktığımda Halk Ne Der Dili ve Edebiyatı’nın bir parçasıydı. 

Başlıyor çatışmalar. Gerçi bu kısıtlı süre içerisinde kendinle çatışabileşek zamanı ve imkanı buluyorsan yine de şanslı kişiler arasında olabiliyorsun. Kendini sevmek kadar kendinle kavga edebilmek de önemli. Kendine dair olumlu veya olumsuz düşünceler arasında kaybolurken otobüs kuyruğunda değilsen bu bile bir nimet!

Hayal kuramadığını fark ettiğin için böyle aslında. Oysa kurulan hayallerin ön izlemesi rüyada görülmeli. Şimdilerde uyanılan yatakta ilk gözüne çarpan şey yastık kılıfındaki makyaj kalıntıları,stresten dökülen saçların ve hissetiğin tek şey de gelen çişin ise üzgünüm.

Kaybedenler kulübüne hoş geldin.

Düşlemenin yerini planlama almış olabilir.Bu durum seni korkunç bir pasif agresife çevirmeden önlem almalısın.

Gözlerinden ateş çıkan,hırslı,her an gülebilme potansiyeli yüksek insan henüz daha içindedir. Henüz erimemiştir. Bul onu,özür dile. 

Verdiğin sözleri tutamayacakmışsın gibi hissettiğinde havlu atabileceğini aklından geçirdiğin için özür dile.
Benzerlerin hayatına böyle devam ettiği için,sen de bir an için böyle devam edebileceğini düşündüğün o saniye için özür dile.

Aklın karıştığı için,kalabalıkla birlikte sürüklendiğin için,kendine zaman ayıramadığın için,yalnız başına kalıp da onunla konuşmayı hep ertelediğin için özür dile.

Adaptasyon durumunu yine birlikte çözebileceğinizi unutma. Süpermarketten alışveriş yaparken mahallenin emektar bakkalına yakalanmışsın hissini kırman gerek.

Ona şiirin bu kısmını oku:

‘‘…aklımı alıp doğduğum evin
müze olma isteğine saklayacaklar
ama kavaklar büyüyecek
herkesten gizli boy atmak
bir kavağın becereceği iştir ancak
anladım ki ağaçlar
Toprağa acı verdikçe büyüyorlar….’’


Ancak böyle yeniden kanatlarını takabileceksin. Deniz ve kekik kokusunu ruhuna aktarmayı yeniden başarabildiğin,durabildiğin,sakinleştiğin zaman.

Yol hikayelerini yeniden yazabileceksin. 
Ve en önemlisi de…

Kalemin oynarken yalnızca kağıdın canını acıtabilecek!

26 Kasım 2017 Pazar

Çaba




Bazı anlarda gelen… Şimdi şu an.


Bunun yapılması gerekli. Geç kalmamak lazım.


Yoksa zamanım kayıp giderken avuçlarımdan yaşamımda deneyimlemekten en çok korktuğum şeyi,pişmanlığı,hiç var etmemek hiç hissetmemek adına...

Akışın içinde savrulurken anlayamıyorum ne yaptığımı. Nasıl davrandığımı,ne konuştuğumu. Bir standartta devam ederken günler,bir yandan kendimi korumak istiyorum. Yaşayan ölü olmak istemiyorum.


Her gün sol alt köşeden hangi gün olduğuna bakıyorum,saate bakıyorum. Zaman hep akıyor. Kaliteli harcamak ya da boşu boşuna tüketmek herkesin kendi sorumluluğunda olan bir şey.  Ben her sabah uyandığımda 2015 yılında bir Salı gününde bana verilen o kağıttaki yazıyı okuyorum. Yenilgiyi  hisseder gibi olduğum her anda bunu hatırlıyorum:


''Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar,her gün aynı yoldan yürüyenler,yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler,giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler,tanımadıklarıyla konuşmayanlar. Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler. Bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar. Hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler. 
Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar,okumayanlar,müzik dinlemeyenler,gönlünde incelik barındırmayanlar.
Ağır ağır ölür özsaygılarını ağır ağır yok edenler. Kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler,ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar,daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler,bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar,bildikleri şeyler hakkında soruları yanıtlamayanlar. ''





Ardından toparlanıyorum. Tavsiye de ediyorum;çünkü içinde bulunduğun kültürün ve o kültürün şekillendirdiği yaşam biçiminin tam ortasında kendini bir şekilde kendin gibi ifade etmek zorundasın. Ya bu alışılmış  ve öğretilmiş davranış biçimlerinin içinde hapsolursun ya da risk alıp uçarsın. İstediğin yere konabilir misin bilemem. Sen de  bilemeyebilirsin. İşte tam da bu anda yaptıklarından insanın kendisinin sorumlu olması yani iyi-kötü,doğru-yanlış ayrımları bana kalırsa mükemmel bir özgürlük. Hesabını kimseye vermek zorunda değilsin. Takdir edilmeyi pek de önemseme. Bugün yanındayız diyenler aslında içinden ‘’keşke ben de…’’ diyebilirler. Bu yüzden yarın sana ‘’keşke yapmasaydın…’’ diyebilirler.



Özetle,kime ne?



Otur ve Pablo Neruda’nın söylediklerini düşün. 


Pasif agresif insanların bu kadar fazla olmasının sebebi de bahsettiğim durum ile ilgili aslında. Mutsuz olup da bunu değiştirmek için bir gram bir şey yapmayanlar. Bu insanların düşüncelerini değiştiremeyeceğin gibi seni de etkisi altına alabilir. Üstelik ağızlarından ‘bizden geçti’ lafı çıktıysa direkt olarak kaçabilirsin. Mutsuzlukları sebebiyle seni de magmaya kadar çekmek  isteyebilir ve hatta bundan haz duyabilirler. 



Bir ordu dolusu her şeyden şikayet eden insanlar ile birlikte yaşamak ne kadar rasyonel bilemiyorum. Geleneksel ve sabit düşünceli insanların seni etkisinde altında almalarına izin verme. Siz hepiniz ben tek bir ortamda olsan bile bu soğuk direnişin meyvesini verecektir.


Ben ise tüm bunlara karşı kendi direnişimi,mücadelemi veriyorum. Çünkü insanı toparlayabilen yine kendisi. Güç aldığımız farklı kaynaklar olsa da kararları yine tek başımıza verebiliyoruz. 
 

Verilenle yetinmeyerek,daha farklısını istemek…


Elimizde olanları tamam olarak değil de devam için birer basamak olarak nitelendirmek…


Rahat ama kontrollü. Sakin ama tempolu.


Bu süreçte hayat da kendine ait kurallarını,davranışlarını,şakalarını,sürprizlerini elbette sergiliyor. ‘Seni yenicem İstanbul’ mottosuyla değil de sen de kendi şakalarını,sürprizlerini,canının ne istediğini bu süreçte ona harmanlayabilirsen başarılı sonuçlar elde edebilirsin.



Tüm bunları yaptırabilecek tek bir duygu…


İnsanları diğer canlılardan ayıran en yüce duygu:



Umut.



Ha gayret!



18 Şubat 2017 Cumartesi

Beş



…..

Yerde yatıyordum.Turuncu ve yeşil minderlerin üstüne başımı dayamıştım. Tedirgindim. Elimdeydi: direnen,hiçbir zaman vazgeçmeyen,tek başına ayakları üzerinde duran o karakterin hikayesini anlatan  ve kapağı mor renkli olan kitap. Koydum yanıma. Aklımı boşaltmaya yetmemişti;ama güç vermişti. 
Anlamak kolaydı;ama tanımlamayı herkes yapamazdı. İlk heyecanımdı:tanımlayabiliyordum. Anlatabiliyordum. 


Başlıyordum. 


Yeniydim ;yürürken gıcır gıcır yeni sesi çıkarıyordum. 


Söylüyordum ve dinletebiliyordum. Sadece dediğim gibi tedirgindim;çünkü biliyordum ki aslında hiçbir şey bilmeyen insan korkarmış. Gidebilmeyi herkes yapamazmış,bir cesaret işiymiş. 


Çekip gitmek, kalkıp gitmek ,belki terk etmek.


Sabit kaldığında bir şey göremediğin ve duyamadığın için öğrenemiyorsun,bilemiyorsun. Korkuların seni  anlayamadığın bir zaman sonra saplantılara atıyor,bilinçaltın duvardan duvara çarpıyor. Aklın grileşiyor.


Sınırlar ise bir pergelin ucuna kalemi takıp ne kadar büyük bir çember çizebiliyorsan ve içine kendini de koyuyorsan o kadardı. O çemberin içine ne kadar insan alabilirsen o kadar yakının oluyordu;çünkü çizgi dışında kalanlar fiziksel olarak bile yakının olamıyor. Genişletmek veya daraltmak mümkün değildi. Çizgiye basanlara ise merkezden ancak el sallayabiliyordunuz.


Güç verenler bir zaman sonra güç sömürenler olabiliyordu. Bu ,büyük ve siyah yazılmıştı ve altını çizmek  de size aitti. 

Belli bir zamanda kıymetli olan fotoğraflar sonrasında değersiz birer kağıt parçasına dönüşüyordu. Bu, büyük ve siyah yazılmıştı ve altını çizmek de size aitti.



Sonra 20 tane yaz,20 tane ilkbahar,20 tane sonbahar,20 tane de kış geçti. 

Sınırlar kalktı. İstemediğiniz kadar , gözünüzün alabildiği kadar her yer sizindi. 
 
Her yer beyaz ve her yer siyah. 
Orta yok. İyi var,kötü var. Seçim var,tercih var,sorumluluk var. Koşmak var,bazen tökezlemek var,bazen düşmek var,sonra kanayan yaranı tuta tuta kalkmak var. 


Nasıl oluyorsa hep yeniden başlama gücü var.
Dönüp dolaşıp aynı yere gelmek var.


Ve ben 5 yıl sonra yine aynı yerdeyim. Gözlerim yine boş beyaz tavana bakıyor. Bu sefer minderler yok,yumuşak bir halı var. Hala derinliklerle baş başa kalabiliyorum. Mor renkli kitabı anımsamıştım . Mor renkli kitabın yarısından çoğunu harfi harfine yaşamıştım. Direnmiştim,vazgeçmemiştim. 

Başarmanın iç rahatlığını Moda’da yürürken hissederdim,Foça’da balık tutarken bilirdim. 

Zaman yine geçecekti. Kaç tane yazın,kışın ve baharların kaldığını bilemem.;ama yerden kalkacağın zaman bir el bulmanın şart olmadığını bilirim. Bulmak eyleminin başlı başına çok güzel olduğunu bilirim. Mesela kendini bulmak,eski arkadaşını bulmak,çare bulmak,çorabının tekini çamaşır makinesinin içinde bulmak,ettiğini bulmak,Allah’ından bulmak…



Belki de tek mesele sadece biraz aramak.